Nielsen, İstanbul Bienaliyle paralel olarak açılan 'Insula' sergisiyle, şehirle kurduğu duyarlı diyalog ve figürasyon ile soyutlamayı buluşturan melez peyzajlarını izleyiciyle buluşturuyor.
2025 Marcel Duchamp Ödülü’ne aday gösterilen Fransız-Danimarkalı sanatçı Eva Nielsen’in 'Insula' sergisi, 2025 İstanbul Bienaliyle paralel olarak Institut Français İstanbul’da açıldı. Paris Güzel Sanatlar Okulu mezunu Nielsen, 15 yıldır resim, fotoğraf ve yerleştirmelerin kesişiminde özgün ve dikkat çekici işler üretiyor.
Sanatçının çalışmaları, inşa etme ve silinme süreçleri ile gerçek manzara ve zihinsel bölgeler arasındaki gerilimi titizlikle araştırıyor. Nielsen, mimari fragmanlar, yarı kentsel peyzajlar ve grafik motiflerin iç içe geçtiği melez imgeler yaratıyor; figürasyon ve soyutlama arasında sürekli bir gerilimi barındırıyor. Tuval üzerine serigrafi uygulayıp yağlı ve akrilik boyalarla yeniden işleyerek ikircikli ve rahatsız edici yüzeyler oluşturuyor.
Bienal kapsamında açılan serginin arkasındaki konsepti açıklayan Nielsen, kendisini en çok ilgilendiren konunun füzyon ve hibritlik olduğunu belirtiyor. Farklı malzemeleri bir arada kullanarak işler yaratmak, onun için her zaman öncelikli bir ilham kaynağı. İstanbul ile özel bir bağı olduğunu ifade eden sanatçı, galerisi aracılığıyla şehri düzenli olarak ziyaret ettiğini ve sürekli değişen, evrim geçiren kentsel dokuyu gözlemleme şansına sahip olduğunu söylüyor.
Nielsen’e göre İstanbul, canlılığı ve sürekli değişen yapısıyla bir ilham kaynağı. Özellikle sergideki diptiğinde yer alan yapı parçalarının sürekli değişim içinde olması, çalışmasını şekillendiren önemli bir unsur. Şehir, peyzaj ve diğer unsurların birbirini sürekli etkilediğini ve bu etkileşimin eserlerinde kendini gösterdiğini ifade ediyor.
Sanatçının çalışmalarında kırılganlık ile güç arasında belirgin bir denge bulunuyor. Diptiğe baktığında her şeyin çökme eşiğinde olduğu hissini aldığını belirten Nielsen, yapının kırılgan ve dengesiz olduğunu vurguluyor. Ancak aynı zamanda yapının içinde bir hareket gücü olduğunu ve bu gücün kendi başına bir şey yaratabildiğini ifade ediyor. Kırılganlık olarak algılanabilecek unsurlar, güçlü bir enerjiyi de beraberinde getiriyor ve binayı, yapıyı hareket ettirebilecek bir güç oluşturuyor. Ona göre kırılganlık ve güç birbirine sıkı sıkıya bağlı; bu çift enerji, sergiyi şekillendiren temel unsurlardan biri.
Nielsen’in eserleri, geçici mekânları—endüstriyel atıl araziler, kent çeperleri, unutulmuş bölgeler—hatırlatıyor, ancak anekdot düzeyinde kalmıyor. Sanatçının biçimsel dili, katmanlaşma, opaklık ve şeffaflık arasında gidip gelerek mimari ütopya ile mekân hafızasını iç içe geçiriyor. İlk bakışta ıssız görünen bu manzaralar, dikkatli bakıldığında, zar zor algılanan, hayali ve kırılgan bir insan varlığına dair izler sunuyor; dağınık silüetler ve neredeyse silinmiş figürler ortaya çıkıyor. Parçalar, yapılar ve silüetler, silinme ile kalıcılık arasında gidip gelen, yaşanmamış olanın hafızasının bir biçim bulduğu bir anlatının malzemesi hâline geliyor.