2025’in en dikkat çekici ve cesur sineması: duygudan gerilime, gerçeküstüden distopyaya, uluslararası klasiklerden yeni favorilere uzanan bir film seçkisi.
Bu yıl, iki büyük sinema ustasının – David Lynch ve Rob Reiner’ın – kaybıyla başladı ve bitti. Aradaki aylar ise yapay zekanın sınırsız ilerleyişi, soykırımlara karşı küresel protestolar, Netflix eş CEO’su Ted Sarandos’un sinemaya gitmenin “modası geçmiş bir kavram” olduğunu öne sürmesi ve film deneyimini tehdit eden kurumsal tekellere dair haberlerle geçti.
Tüm bunları tırmanan otoriterlik, süregelen savaşlar ve haberlerin günlük dehşetiyle birlikte düşündüğümüzde, akıl sağlığını korumanın zorlaştığı bir yılı geride bıraktığımızı söylemek yanlış olmaz.
2025 her ne kadar kötü hissettirse de, sinema hâlâ bu kaostan kaçmanın en iyi yollarından biri. Üstelik modası geçmiş olmaktan çok uzak: yalnızca eğlence değil, empati kurmanın, dünyayı ve kendimizi yeniden keşfetmenin bir yolu. Bugünlerde her ikisine de her zamankinden fazla ihtiyaç var.
Her zamanki gibi, yalnızca bu yıl Avrupa sinemalarında gösterime giren filmleri değerlendirdik. Bu da Marty Supreme, The Secret Agent, No Other Choice, Pillion ve Hamnet gibi yapımların, henüz 2026’da vizyona girecek olmaları nedeniyle listede yer alamadığı anlamına geliyor.
Sözü daha fazla uzatmadan… İşte 2025’in en iyi filmleri.
20) 'Alfa'
"Grave (Raw)" ve Altın Palmiye ödüllü "Titane"in beğenilen yönetmeninden bir başka yüz eriten, kanlı bir aşırılık öyküsü bekleyenler için "Alpha" bir hayal kırıklığı olabilir. Fransız sinemacı Julia Ducournau, üçüncü filminde bu kez bir beden dehşeti yerine, etten çok ruha yöneliyor.
Hâlâ yıkıcı bir salgının yaralarını sarmaya çalışan, tozla kaplı bir dünyada yaşayan 13 yaşındaki Alpha’yı (Mélissa Boros) takip eden film, Ducournau’nun önceki yapıtlarına kıyasla inkâr edilemez biçimde daha erişilmez. Ancak yönetmen, bağımlı amcasının (Tahar Rahim) yeniden ortaya çıkışıyla birlikte ergenlik çağındaki ana karakter ile annesi (Golshifteh Farahani) arasındaki bağı keşfederken gerçekten özel bir şey yaratıyor.
İki zaman çizgisinin birbirine sızmasıyla, film ilk başta 1980’lerin AIDS krizine dair bir alegori kuruyor; bu alegori yavaş yavaş içsel travma, ölümü kabullenme ve koşulsuz sevginin —uğruna savaşmaya değer tek sevginin— öyküsüne dönüşüyor.
"Alpha", 2025’in en tartışmalı filmi olabilir; belki en yanlış anlaşılanı da. Ama kesinlikle yılın en az takdir edilenlerinden biri.
19) 'Çirkin Üvey Kardeş'
Norveçli yönetmen Emilie Blichfeldt’in bu kendinden emin ve akılda kalıcı ilk uzun metrajlı filmi, Külkedisi masalını Elvira’nın (Lea Myren) gözünden yeniden anlatıyor. Prensin sevgisini kazanmak için güzel üvey kardeşi Agnes’le rekabete giren Elvira, bu uğurda her şeyi göze alıyor — korkunç ameliyatlar, tenyalar ve Grimm Kardeşler’e özgü ayak parmağı kesme sahneleri dâhil.
Filmi Coralie Fargeat’nın "The Substance"ı ile karşılaştırmak cazip olsa da —her iki yapım da Yeni Dalga Feminist Korku akımına dayanıyor ve güzellik standartlarına ilişkin toplumsal baskıları, tedirgin edici beden korkusu ve bolca kara mizahla ele alıyor— Blichfeldt’in filmi türdaşının gölgesinde kalmamalı.
Bu, yeni ve iddialı bir sinema sesinin doğuşunu müjdeleyen, biçimsel olarak son derece olgun bir ilk film.
18) 'Manevi Değer'
Renate Reinsve’nin Joachim Trier’in "Dünyanın En Kötü İnsanı" filmindeki performansıyla En İyi Kadın Oyuncu Altın Palmiye’sini kazanmasının üzerinden dört yıl geçti. Norveçli ikili, bu kez işlevsiz aile dinamiklerini ve sanat yoluyla uzlaşmanın olasılığını araştıran bir seri-komediyle yeniden bir araya geliyor. Ve bu, kazanan bir kombinasyon: Reinsve her zamanki gibi ekranda büyüleyici bir varlık.
Filmde Reinsve, kayıp babasının sanatsal izlerini yarı yarıya takip eden bir aktrisi canlandırıyor. Babası (Stellan Skarsgard) hayatına sorunlu bir teklifle geri dönüyor: Otobiyografik bir senaryo yazmıştır ve kızının, senaryoda annesini canlandırmasını istiyor. Reinsve ve Skarsgard, kuşaklar arası travma temalarını güçlendiren olağanüstü bir ekran uyumu sergiliyor.
"Manevi Değer"in listemizde daha üst sıralarda yer almamasının tek nedeni, filmin merkezindeki temadan zaman zaman uzaklaşan tarihsel travma eksenindeki dolambaçlı (ve yer yer fazla gerçekçi) anlatı yolları. Yine de film, hayatın karmaşık gerçekleriyle yüzleşirken şefkatin ve ilişkilerin iyileşmesi için gereken kırılganlığın önemine dair güçlü bir hatırlatma sunuyor.
Finali öngörülebilir olsa da, zarif biçimde işlenmiş yıkıcı kapanış sahnesi filmin duygusal etkisini derinleştiriyor. "Manevi Değer", insanın elinden gelenin en iyisini yapma çabasına ve bazı durumlarda hayat ile sanatın birleşerek nasıl daha büyük bir şeye dönüşebileceğine dair dokunaklı bir övgü olarak öne çıkıyor.
17) 28 Yıl Sonra
"28 Gün Sonra"nın modern zombi sinemasını kökten değiştirmesinin üzerinden neredeyse çeyrek asır geçti. Şimdi Danny Boyle, güvenli oynamayı reddeden bir devam filmiyle öfke virüsü dünyasına geri dönüyor. Serinin üçüncü filmi olan "28 Yıl Sonra", vahşi, dağınık, çoğu zaman nefes kesici ama aynı zamanda şaşırtıcı biçimde duygusal bir yapım.
Film, gelgit adasında büyüyen 12 yaşındaki Spike’ın (olağanüstü bir keşif olan Alfie Williams) hikâyesini anlatıyor. Spike önce sert, çöpçü babasıyla (Aaron Taylor-Johnson), ardından onsuz, yatalak annesini (Jodie Comer) kurtarmak için tek umudu olabilecek, “deli” olarak bilinen kafatası toplayıcısı Dr. Kelson’ı (Ralph Fiennes) bulmak üzere umutsuz bir yolculuğa çıkıyor.
Görsel olarak son yıllarda hiçbir filme benzemiyor: büyük ölçüde pürüzlü, hiper-modern bir iPhone estetiğiyle çekilen film, şiddet anlarında donup kıvrılan ve adeta dans eden bir “öldürme kamerası” kullanıyor — Matrix’in “mermi zamanı” sekanslarının modern bir yankısı gibi.
Ama tüm bu kan, çamur ve zombi kargaşasının altında Boyle ve Alex Garland, aşk, kayıp ve acımasız bir dünyada bağ kurmanın anlamı üzerine şaşırtıcı derecede kırılgan bir ergenliğe geçiş hikâyesi anlatıyor.
Yılın en çarpıcı finallerinden birine sahip olan "28 Yıl Sonra", hem yıkıcı hem umut verici ve muhtemelen sizi şimdiden gelecek yılın "Kemik Tapınağı" filmini beklemeye başlayacak kadar heyecanlandıracak.
16) 'Superman'
"Superman"i bu yılın en iyi gişe rekortmeni ilan etmek, "Mission: Impossible - The Final Reckoning", "F1", "Jurassic World Rebirth" ve "Avatar: Fire And Ash" gibi yapımları geride bırakmak anlamına geliyor. Yine de Zack Snyder'ın "Kripton'un Son Oğlu"nu, kıyamet ve kasveti başarısız bir şekilde ele alışından çıkarılan unsurlarla; eğlenceli, coşkulu ve aptalca olmaktan korkmayan bir yeniden başlatma olarak sunması nedeniyle bu unvanı fazlasıyla hak ediyor.
James Gunn, geçmişte kalmış gibi görünen çizgi roman döneminin ruhunu kucaklıyor ve desteklemeye değer bir Süpermen sunuyor; David Corenswet'in mükemmel oyunculuğu buna büyük katkı sağlıyor. Film, iptal kültürü ve jeopolitik çatışmalarla ilgili bazı şaşırtıcı sosyal yorumları araya sıkıştırıyor ve iyi bir önlem olarak sahneyi çalan Krypto’yu da dahil ediyor.
Bu hızlı tempolu macera aşırı dolu olabilir, ancak genç kahramanların ne kadar inatçı olabileceğini ve "nezaketin punk rock" olduğu bir uzaylı insancılın, süper kahraman yorgunluğuna ve göçmenlikle ilgili nefret dolu söylemlere karşı nasıl duracağını anlıyor.
15) 'Die My Love'
Olayların çoğu Amerika’da açık ormanlık alanla çevrili kırsal bir çiftlik evinde geçmesine rağmen, "Die My Love" şaşırtıcı derecede klostrofobik hissettiriyor; tıpkı bir yangından çıkan dumanın bir odayı yavaşça boğması gibi. Bu kulağa hoş gelmiyorsa, öyle olmadığı içindir — Lynne Ramsay’in beşinci uzun metrajlı filmi kesinlikle kolay bir seyirlik değil, ama son derece güçlü bir yapım.
Çarpıcı hayvani görüntüler ve Jennifer Lawrence’ın olağanüstü başrol performansıyla desteklenen film, genç bir kadının bebek sahibi olduktan sonra deliliğe sürüklenişini konu alıyor. Ramsay’in "You Were Never Really Here" ve "Morvern Callar" gibi diğer çalışmalarında olduğu gibi, travma ekranda hem büyüleyici hem de dehşet verici bir şekilde, kaynayan ve kabaran içgüdüsel, şiirsel görseller olarak ortaya çıkıyor.
2024 yapımı "Nightbitch"in aksine, rahatsız edici temaların sınırlarını zorlamaya cesaret eden bu film, John Cassavetes’in "A Woman Under The Influence" ve Andrzej Żuławski’nin "Possession"ının yanında duran, kadın çalkantılarının uluyan, kanlı yumruklu ve alevli bir tasvirini sunuyor.
14) 'Nisan'
Ödüllü Gürcü yönetmen Dea Kulumbegashvili’nin "Nisan" filmi, çoğu kişinin adını bile duymayacağı bir yapım. Prömiyerini 2024 Venedik Film Festivali’nde yapan film, yalnızca bu yıl belirli sinemalarda gösterime girdi. Aynı zamanda özel bir seyirci kitlesi gerektiriyor — 134 dakikalık üzücü görüntülere ve dolambaçlı sürrealizme kendini teslim etmeye istekli izleyiciler, çağdaş sinemanın en cüretkâr ve etkileyici deneyimlerinden biriyle karşılaşıyor.
Film, Nina (Ia Sukhitashvili) adında sorunlu bir kadın doğum uzmanının Gürcistan’ın kırsal bölgelerinde ek iş olarak yasadışı kürtaj yapmasını konu alıyor. Toplumsal damgalara, kadın bedeninin insanlıktan çıkarılmasına ve bizi başarısızlığa uğratmak için tasarlanmış acımasız sistemlere soğuk ve klinik bir bakış sunuyor. Kulumbegashvili’nin cesur ve deneysel vizyonu, ana akım sinemanın giderek daha fazla karşı çıktığı bir şeyi kucaklıyor: rahatsızlık.
13) 'Ben Hala Buradayım'
Walter Salles’in "Ben Hâlâ Buradayım" filmi, içgüdüsel, yıkıcı ve unutulması imkânsız bir yapım. Fernanda Torres, Brezilya’nın 1970’lerdeki askeri diktatörlüğü sırasında kocası, eski milletvekili Rubens kaçırılınca kendini bir aktivist olarak yeniden keşfetmek zorunda kalan ev kadını Eunice Paiva rolünde olağanüstü bir performans sergiliyor.
Filmin açılışı, izleyiciyi aile hayatının sıcaklığına — kahkahalar, kitaplar, plaj voleybolu ve Rio’nun eğlenceleri — sokarken, siyasi şiddet ve belirsizliğin gölgesi içeri girmeden önce acele etmiyor. Salles’in Super-16 ve 35mm film kullanımı ile Tropicália ve Warren Ellis’in unutulmaz müziğini harmanlayan film müziği, "Ben Hâlâ Buradayım"ı hem samimi hem de evrensel bir acıyı yakalayan bir filme dönüştürüyor: bilmemenin acısı, asla tam olarak çözülemeyen keder.
Aynı zamanda hafıza üzerine bir film de: sevdiklerimiz, hayatı dolu dolu hissettiren anlar ve tekrarlanmamaları için yüzleşmemiz gereken tarihi trajediler. Yanlış bilgilendirme, artan otoriterlik ve azınlıklara yönelik tekrarlanan zulümlerin olduğu bir dünyada, bu acil, akılda kalıcı ve mutlaka izlenmesi gereken bir film.
12) 'Frankenstein'
Guillermo del Toro için her şey "Frankenstein" ile başladı. James Whale’in Boris Karloff’un başrolünde oynadığı 1931 versiyonunun tesadüfi bir televizyon gösterimiyle. O zamandan beri, Meksikalı yönetmen yanlış anlaşılmış canavarların hikayeleriyle büyülenmiş, "Crimson Peak" ve "Pan's Labyrinth" gibi gotiklerle dolu bir filmografi hazırladı.
Şimdi nihayet Mary Shelley’nin klasik romanının kendi versiyonunu yaptı — ve yaratığın aksine, iğrenç olmaktan uzak. Aslında, görüntü yönetmeni Dan Laustsen’in sahneleri derin renk ve fırça darbeli ışık iksirinde yüzdürdüğü her çekim, bir tabloya giriyormuş hissi veriyor. Leydi Elizabeth’in (Mia Goth) yanardöner böcek kolyesinden sıfırdan inşa edilen tam ölçekli Kuzey Kutbu keşif gemisine kadar her şey; setler ve kostüm tasarımları, CGI çağında nadiren görülen bir sanat ve detay seviyesine sahip.
Hikayenin kendisi tartışmalı bir şekilde kaynak malzemeye fazla gerçekçi bir yaklaşım sergiliyor olsa da, kapris ve kalp yayan büyülü bir saat olmaya devam ediyor. Victor Frankenstein, "Hayatı ararken ölümü yarattım," diye yakınır. Yaratıcı arzularını gerçekleştirmeye çalışan del Toro, sayısız hayal gücünü canlandıracak bir sanat yarattı — tıpkı bir zamanlar hikayenin bir versiyonunun kendisi için yaptığı gibi.
11) 'Bugonia'
Yórgos Lánthimos, Emma Stone’u barones frakasıyla ("The Favourite"), fantastik bir masal ("Poor Things") ve küçümsenen / çılgın bir üçlemede ("Kinds Of Kindness") oynattıktan sonra, Güney Koreli yönetmen Jang Joon-hwan’ın 2003 yapımı komedi-korku filmi "Save The Green Planet"in ilk yeniden çevriminde onu kozmik bir şüphe nesnesi haline getiriyor.
Filmde, uzaylı olduğuna inanmak için kendi yollarını çizen iki komplo teorisyeni (Jesse Plemons ve Aidan Delbis) tarafından kaçırılan yüksek mevkili ilaç CEO’su Michelle’i canlandırıyor ve bir itiraf istiyorlar.
Gerilim dolu, kasvetli ve komik bir bilimkurgu oda müziği olan film, çağdaş Amerikan ruhunun rahatsız edici derecede güncel bir hicvi ve modern çağımızın daha geniş bir iddianamesi olarak kendini gösteriyor. Orijinal filmi izleyenler için bazı beklenen noktalar şaşırtıcı olsa da, grotesk ve etkileyici derecede kederli son perde "Bugonia"yı 2025’in kendini kötü hissettiren komedisi haline getiriyor.
10) 'Mavi İz'
Gabriel Mascaro’nun Brezilya’da geçen distopyası "O último azul" (Mavi İz), Walter Salles’in "Ben Hâlâ Buradayım" ve Kleber Mendonça Filho’nun "Gizli Ajan"ının (bu film hakkında daha fazla bilgi gelecek yıl) yanında, Brezilya sinemasının 2025’teki en iyi ihracatlarından biri olarak öne çıkıyor.
Başrolünde Denise Weinberg’in, 75 yaşını geçenlerin Koloni adlı uzak bir barınma tesisine gönderilmesine karar veren görünüşte iyiliksever hükümete meydan okuyan yaşlı bir kadın olan Tereza’yı canlandırdığı filmde yönetmen, Orwellci bir el kullanmak yerine yaşlılık karşıtı bir kıssa olarak ikiye katlanan öngörülemez bir yol filmi yaratıyor.
Gerçeküstü şiirselliğiyle etkileyici olduğu kadar, yaşlıların ötekileştirilmesine dair uyarıcı bir hikâye olarak da kışkırtıcı olan "Mavi İz", hem zamanında hem de zamansız bir uyarı çığlığı.
9) 'The Voice of Hind Rajab'
29 Ocak 2024’te beş yaşındaki Hind Rajab, Filistin acil servislerine bir imdat çağrısı yaptı. Gazze’deki İsrail saldırısından sağ kurtulan tek kişi olan genç kız, akrabalarının cesetleriyle birlikte bir arabada sıkışıp kalmıştı. İsrail Savunma Kuvvetleri tankları yaklaşırken yardım için yalvarıyor; Filistin Kızılayı gönüllüleri onu sakinleştirmeye ve bulunduğu yere ambulans göndermeye çalışıyordu.
Tunuslu sinemacı Kaouther Ben Hania, Oscar adayı filmi "Four Daughters"da olduğu gibi belgesel ve dramatik canlandırmaları bir araya getiriyor; Hind Rajab’ın çağrısının gerçek hayattan ses kayıtlarını kullanıyor ve acil durum çalışanlarının tepkisini dramatize ediyor. Gerçek olayların acımasızlığını duyuyor ve kurtarma girişiminin kurgulanmış bir versiyonunu izliyoruz.
Washington Post ve Euro-Mediterranean Human Rights Monitor tarafından, İsrail ordusunun arabayı 355 kurşunla delik deşik ettiği ve kızı kurtarmaya gelen iki sağlık görevlisini öldürdüğü doğrulandığı ve belgelendiği için bu girişim başarısız oldu.
Hem içerik hem de biçim açısından öfke uyandıran ve aciliyet arz eden "Hind Rajab’ın Sesi", bu yıl Venedik’te Gümüş Aslan ödülünü haklı olarak kazandı. Bazı duygusal noktaları ele alış biçimindeki ufak aksaklıklara rağmen, film sadece bir soykırım kampanyasının sonuçlarını göstermekle kalmıyor; aynı zamanda yaşama hakkı elinden alınan masum bir kıza yakılmış yıkıcı bir ağıt gibi duruyor.
8) 'Weapons'
Bu yıl, Zach Cregger'in çarpık peri masalının dal budak salan cadısı Gladys Teyze ile bir sinema ikonu doğdu. Amy Madigan tarafından eksantrik bir gusto ile canlandırılan Gladys’in kırmızı peruğu, lekeli ruju ve sakızlı dişleri, efsanevi canavarlar kanonuna anında girdi.
Ancak ilham verdiği Cadılar Bayramı kostümleri ve TikTok parodilerinin ötesinde, "Weapons" uzun zamandır gördüğümüz en keskin, en karanlık ve en eğlenceli korkulardan biri. Bir gece aniden kaybolan 17 çocukla ilgili küçük bir kasaba gizemi olarak başlayan film, tüm beklentileri altüst eden bomba gibi bir doğaüstü masala dönüşüyor.
Akıldan çıkmayan imgeler, politik alegoriler ve komik absürtlükle katmanlanan Cregger, üç perdelik bir yapı içinde tonu ustalıkla manipüle ederek her seferinde soluk soluğa izletiyor.
7) 'The Brutalist'
'The Brutalist' uzun bir film – üç buçuk saatlik, merhametli bir ara ile tamamlanan – ama yönetmen Brady Corbet her dakikayı değerli kılıyor. Adrien Brody, Holokost'tan sağ kurtulan ve karısı Erzsebet (Felicity Jones) ile yeni bir başlangıç yapma umuduyla savaş sonrası Amerika'ya taşınan Yahudi mimar Laszlo rolünde kariyerini belirleyen (ve Oscar ödüllü) bir performans sergiliyor.
Bir göç ve yeniden keşfetme hikayesi olarak başlayan film, travma, hırs ve hayatlarımızı şekillendiren görünmez güçlerin geniş kapsamlı bir keşfine dönüşüyor. Laszlo, karamsar müşterisi Harrison Lee Van Buren'den (Guy Pearce) değerlerine bağlı kalarak kariyer yapmanın zorluklarına kadar hem sistemik engellerle hem de derin kişisel ihanetlerle karşılaşıyor.
Çarpıcı sinematografi ve modernist prodüksiyon tasarımı, Daniel Blumberg'den gümbür gümbür bir müzik ve keskin yardımcı performanslar, "The Brutalist"i muazzam bir şeye dönüştürüyor.
6) Günahkarlar
Bu listenin geri kalanının da kanıtladığı gibi, 2025 korku için harika bir yıl oldu. Öyle ki "Bring Her Back", "Together" ve "Presence" gibi yarı yolda seçtiğimiz bazı korku filmleri yıl sonu listesine giremedi. Ancak hiçbiri Ryan Coogler'ın "Günahkarlar"ı kadar büyük bir iz bırakmadı.
Jim Crow döneminde, mafya paralarını memleketleri Mississippi'de bir müzikhol açmak için kullanan iki ikiz kardeşin (her ikisini de Michael B. Jordan canlandırıyor) hikayesini anlatan film, yavaş yavaş, yıkıcı bir şekilde, vampirlerle dolu bir kabusa dönüşüyor. Bu kötülük, genç müzisyen Sammie'nin (Miles Caton) yetenekleriyle harekete geçer ve onun ateşli blues'ları kan emici Remmick'in (Jack O'Connell) ilgisini çeker.
Tarihsel bağlam ve tür mecazlarının yenilikçi bir karışımı olan "Günahkarlar", sadece kültürel temellük için güçlü bir alegori değil, aynı zamanda baş döndürücü bir katharsis. Ritim ve acının rehberliğinde, bir gitar telinin feryatlarının duygusal yoğunluğuyla yakıp kavuruyor; öfkesini dişlerini yiyen bir ağız gibi derinizin altına gömüyor.
5) Nickel Boys
RaMell Ross'un "Nickel Boys"u, son yılların en iddialı ve duygusal açıdan en yıkıcı filmlerinden biri; tarihi sinemanın nasıl görünebileceğine ve nasıl hissettirebileceğine dair cesur bir yeniden hayal sunuyor. Colson Whitehead'in Pulitzer ödüllü romanından ve Florida'daki Dozier Erkek Okulu'nda gerçek hayatta yaşanan taciz olaylarından yola çıkan film, Jim Crow döneminde şiddet dolu bir ıslah okulunda kapana kısılmış iki Afro-Amerikan genç olan Elwood (Ethan Herisse) ve Turner'ın (Brandon Wilson) hikayesini anlatıyor.
Görüntü yönetmeni Jomo Fray ile birlikte çalışan Ross, filmi ağırlıklı olarak birinci şahıs bakış açısıyla çekerek izleyici ile özne arasındaki mesafeyi ortadan kaldırıyor ve bizi çocukların korkularını, kafa karışıklıklarını ve kısacık umut anlarını kendi gözlerinden deneyimlemeye zorluyor. Ross, grafik şiddete bel bağlamak yerine atmosferin, hafızanın ve yokluğun işe yaramasına izin vererek dehşeti daha da gerçek hissettiriyor.
Güçlü performanslar, muhteşem bir ambiyans müziği ve özenli ses tasarımıyla yükselen "Nickel Boys", mutlaka görülmesi gereken bir film; jenerik bittikten sonra da aklınızdan çıkmayacak türden.
4) 'It Was Just An Accident'
Muhalif İranlı yönetmen Cafer Panahi’nin, “ulusal güvenliği tehlikeye attığı” gerekçesiyle hapisten çıktıktan sonra çektiği ilk filmi, bu yıl Altın Palmiye ödülünü kazandı. Ve ödülü sonuna kadar hak ediyor.
"It Was Just An Accident", içlerinden birinin düşüncesizce kaçırdığı adamın, hapishanede kendilerine işkence eden sadist olduğunu doğrulamaya çalışan bir grup eski siyasi mahkûmu konu alıyor. Panahi’nin İran hükümeti tarafından hapse atılmasından esinlenen ve sansürden kaçınmak için gizlice çekilen bu rehine dramı, ton açısından zengin ve şaşırtıcı bir başyapıt. Film, işkencenin sonuçlarını, intikamın bedelini ve merhametin mümkün olup olmadığını irdeleyen sürükleyici bir gerilim sunuyor.
Panahi ayrıca, İslamcı Cumhuriyet’in baskısını eleştiren ve devlet despotizminin günahlarının zamansız bir yorumu olarak işlev gören hicivli bir yol gezisi oluşturmak için kasvetli komedi ve hatta slapstick unsurlarını ustalıkla filme entegre ediyor.
"It Was Just An Accident" aynı zamanda 2025’in en ustaca ve dudak uçuklatan final sahnesine de sahip: Sesin yıkıcı bir etki yaratmak üzere kullanıldığı tek plan bir çekim.
Geçen yılki "Kutsal İncirin Tohumu" ve "My Favorite Cake"dan sonra, "It Was Just An Accident" bize bir kez daha hatırlatıyor: İranlı sinemacıların muhteşem çalışmaları ve sanatları uğruna her şeyini ortaya koyan yaratıcıların eserleri, izleyiciler tarafından hafife alınmamalı. Panahi örneğin bu filmi yaptığı için tekrar hapse atılabilir.
3) Sorda (Sağır)
"Sorda" (Sağır), İspanyol yönetmen Eva Libertad’ın yürek hoplatan güzellikteki ikinci uzun metrajlı filmi. Film, sağır bir kadın olan Ángela (Miriam Garlo) ile işiten partneri Héctor’ü (Álvaro Cervantes) merkezine alıyor. Çift, bir çocuk beklemektedir ve bebeğin sağır mı yoksa işiten mi olacağını bilmemektedir; her olasılık, onları bir çift, geleceğin ebeveynleri ve dünyaya bakış açılarını paylaşan bireyler olarak etkileyebilir.
"Sorda", ebeveynlik ve anneliğin zorluklarını işlerken, sevgi tasviriyle öne çıkıyor. Libertad, izleyiciyi kahramanlarıyla ve onların destekleyici arkadaş ağıyla tanıştırmak için zaman ayırıyor; böylece izleyici, karakterlerin iyiliğine tamamen yatırım yapıyor. Film, karmaşık duygular ve kurumsal ayrımcılıktan kaynaklanan izolasyonla görkemli bir şekilde mücadele ediyor.
En önemlisi, belirli bir topluluğun hakkını verirken, iletişimin önemi ve topluluğunuzu bulma temalarını evrensel bir şekilde hissettirmeyi başarıyor. Kalbinizi dolduran, kıran ve sonra tekrar bir araya getiren nadir filmlerden biri; hem de melodrama düşmeden. Kesinlikle bir zafer.
2) Sirāt
Çöl manzaraları, tozlu eğlenceler ve etraflarındaki dünya çökerken kayıp kızlarını ve kız kardeşlerini bulmaya çalışan bir baba ile oğul… Óliver Laxe’nin Cannes’da Jüri Ödülü kazanan filmi "Sirât" sizi değiştiriyor; yakıcı gerçeküstücülüğü sizi kasvetli ve şiirsel bir ruhani yolculuğa çıkarıyor.
Film aynı zamanda tutarlı açıklamalara meydan okuyor; daha çok beklenmedik şekillerde kaynayan ve şişen, viskoz ve tekno-dumanlı bir atmosfer sunuyor. Bir ailenin bir grup anarşist ravers ile yolculuğu olarak başlayan hikâye, hızla politik kargaşa ve patlayıcı kederle dolu ufuksuz bir kabusa dönüşüyor.
Gelecek her zamankinden daha korkutucu göründüğünde, Laxe’in dokulu yaklaşımı arzu ve umutsuzluk arasındaki ince çizgiyi hatırlatıyor; diğerine ulaşmak için birinden geçmek zorunda olduğumuz yolları. Yine de dehşetine rağmen — son perde sinemanın gelmiş geçmiş en gerilimli bölümlerinden biri olarak öne çıkıyor — "Sirât"ın özünde garip bir iyimserlik var: Kaosun içinden geçmeye devam edersek, umut kalıyor.
1) 'One Battle After Another'
Thomas Pynchon’ın postmodern karşı kültür romanı "Vineland"dan esinlenen Paul Thomas Anderson, onuncu uzun metrajlı filmiyle şu soruya yanıt veriyor: “Kendi kuşağının en yetenekli sinemacılarından birine devasa bir bütçe verip The Big Lebowski ile Taken’ı birleştiren bir film çekmesine izin verseydik ne olurdu?”
Emekliliğe zorlanan, üstü başı perişan bir devrimciyi (Leonardo DiCaprio) merkeze alan "One Battle After Another", türler arasında dolaşan, sınıflandırılamayacak kadar enerjik bir film. Eski bir düşmanının (Sean Penn) kızını (Chase Infiniti) tehdit etmesiyle geçmişine dönmek zorunda kalan kahraman, paranoyak bir gerilim, kara mizah dolu bir taşlama, güç yapıları ve idealizme dair keskin bir hiciv içinde yol alıyor. Anderson, bölünmüş Amerika’ya hem zamanında bir bakış hem de dogmatizme karşı zamansız bir direniş çağrısı sunuyor — en temelde ise, çocuğu uğruna devrimci çağrısını susturmak zorunda kalan bir babanın hikâyesini anlatıyor.
Filmde Teyana Taylor ve yeni keşif Chase Infiniti parlıyor; Jonny Greenwood’un yükselen müzikleri, Anderson’ın ustalıklı temposuna güç katıyor. Çok katmanlı yapısına rağmen dizginler hiçbir zaman Anderson’ın elinden kaçmıyor.
Bu ölçekte yaratıcı özgürlük tanıyan ve böylesine cüretkâr, eğlenceli bir filmi finanse etmeye cesaret eden stüdyoların hâlâ var olması umut verici — kâğıt üzerinde delilik gibi görünse de. "One Battle After Another," Oscar yolunda hızla ilerliyor gibi; bizce yeni bir klasik doğdu.