Newsletter Haber Bülteni Events Etkinlikler Podcasts Video Africanews
Loader
Bize Ulaşın
Reklam

2025’in ilk yarısına damga vuran filmler: Kaçırılmaması gereken yapımlar

Seks, günahkarlar ve üvey kardeşler: İşte 2025'in en iyi filmleri... Şimdiye kadar
Seks, günahkarlar ve üvey kardeşler: İşte 2025'in en iyi filmleri... Şimdiye kadar ©  Amazon MGM Studios - Sony Pictures Releasing - Warner Bros. Pictures - Scanbox Entertainment
© Amazon MGM Studios - Sony Pictures Releasing - Warner Bros. Pictures - Scanbox Entertainment
By Amber Louise Bryce & David Mouriquand & Theo Farrant
Yayınlanma Tarihi
Haberi paylaşın Yorumlar
Haberi paylaşın Close Button

2025’in ilk yarısında Avrupa sinemaları ve dijital platformlarda öne çıkan yapımları derledik.

REKLAM

Yılın ilk yarısı geride kalırken, 2025’in sinema dünyasına şimdiye dek neler kattığını gözden geçirmenin tam zamanı. Ocak ayından bu yana Avrupa sinemalarında — veya dijital platformlarda — izleyiciyle buluşan filmler arasından öne çıkan yapımları derledik.

Bu yıl beyazperde oldukça çeşitli türlere ev sahipliği yaptı: Gore türü tutkunlarını bile irkiltecek vücut korkusu örneklerinden dramalara, Michael Fassbender’ı George Smiley tarzı gözlüklerle izlediğimiz casus gerilimlerinden blues tutkunu vampir hikayelerine kadar geniş bir yelpaze söz konusu.

Listeye dahil edilen filmlerin 2025 yılı itibarıyla Avrupa’da sinema salonlarında veya çevrimiçi olarak gösterime girmiş olması gerekiyor. Dolayısıyla geçtiğimiz yıl Avrupa’da izleyiciyle buluştuğu için 2024’ün En İyi Filmleri listemize dahil edilen On Becoming A Guinea Fowl, Kneecap ya da Grand Tour gibi yapımları bu listede görememeniz normal.

Sözü fazla uzatmadan, eğer hâlâ izlemediyseniz mutlaka göz atmanız gereken 2025’in şu ana kadarki en iyi filmlerine birlikte göz atalım.

15) The Last Showgirl

The Last Showgirl
The Last Showgirl Roadside Attractions

Gia Coppola’nın pastel tonlara bürünmüş üçüncü uzun metrajlı filmi, 30 yıllık Las Vegas kariyerinin son günlerini yaşayan şov kızı Shelly Gardner’a (Pamela Anderson) odaklanıyor. Film, nostaljinin yapay ışıltısında süzülen bir yaş alma hikâyesi anlatıyor. Coppola’nın kamerası, bir zamanlar hayatın vaat ettiği ihtişamla kimliğini harmanlayan kadınların sessiz dönüşümüne odaklanırken, Pamela Anderson hem zarif hem de göz kamaştırıcı performansıyla öne çıkıyor.

Anlatı yapısı yer yer belirsiz olsa da, film ince detaylarla umut ve gerçekle titreşen bir duyarlılık sunuyor. Shelly’nin krupiye arkadaşı Annette’in (Jamie Lee Curtis), boş bir kumarhane salonunda “Total Eclipse of the Heart” eşliğinde dans ettiği sahne, bu duyarlılığın en çarpıcı anlarından biri. Kimse izlemez, ama Annette artık izlenmeye ihtiyaç duymaz. Kendini görmeye başladığı andan itibaren, gösterinin değil varoluşun büyüsüne kapılır.

Coppola’nın kadınlık, zaman ve sahne ışıkları arasındaki kırılgan ilişkiyi şiirsel bir dille işlediği bu film, nostaljiye sadece bakmakla kalmıyor — onun içinden geçip kendi gerçeğini buluyor.

14) A Real Pain

A Real Pain
A Real Pain Searchlight Pictures

Jesse Eisenberg’in yazıp yönettiği ve başrolünü üstlendiği 'A Real Pain,' ('Gerçek Acı') iki Yahudi-Amerikalı kuzenin, yakın zamanda hayatını kaybeden Holokost’tan sağ kurtulmuş büyükannelerini anmak üzere Polonya’ya yaptıkları yolculuğu konu alıyor. Film, kuzenler David (Eisenberg) ve Benji (Kieran Culkin) arasındaki sevgi dolu ama yıpranmış bağı merkeze alıyor.

Filmin merkezinde, endişeli ve nevrotik bir aile babası olan David (Eisenberg) ile cazibesi, kaotik enerjisi ve uygunsuz esprileriyle dikkat çeken Benji (Kieran Culkin) yer alıyor. Aralarındaki bağ, filmin duygusal kalbini oluşturuyor: sevgi dolu, karmaşık ve köşeleri belirgin şekilde yıpranmış.

Başlangıçta uyumsuz ikililer üzerine kurulu bir komedi gibi başlayan film, kısa sürede yas, kuşaklar arası travma ve aile ilişkilerinin girift doğasına dair dokunaklı bir keşfe dönüşüyor. Culkin, bir yandan sinir bozucu, diğer yandan yürek burkan ve şaşırtıcı derecede içten performansıyla göz kamaştırıyor. En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu Oscar’ını kazanması tesadüf değil. Eisenberg ise akıllıca bir tercih yaparak geri planda kalıyor ve rol arkadaşının parlamasına alan tanıyor — ama kendi performansı da baştan sona etkileyici.

13) İkili korku paketi: The Woman In The Yard & Bring Her Back

The Woman In The Yard & Bring Her Back
The Woman In The Yard & Bring Her Back Universal Pictures - Sony Pictures Releasing

Korku türü için verimli geçen bir yılın ortasındayız. 'Dangerous Animals', 'Final Destination: Bloodlines' ve 'Companion' gibi yapımlar türün hayranlarını tatmin ederken; 'Presence', '28 Years Later' ve 'Sinners' gibi merakla beklenen filmlere ise birazdan geleceğiz. Ancak bu kalabalığın içinde iki bağımsız film, özellikle Danielle Deadwyler ve Sally Hawkins’in olağanüstü performanslarıyla dikkat çekiyor.

Jaume Collet-Serra’nın yönettiği 'The Woman In The Yard', adını çağrıştırsa da 'The Woman In The Window'un devamı değil. Ölümcül bir trafik kazasının ardından geçen film, ailesini ayakta tutmaya çalışan yaslı bir anneyi (Deadwyler) takip ediyor. Ancak evinin önünde siyah giysili gizemli bir kadının (Okwui Okpokwasili) belirip sessizce beklemeye başlaması, gerilimi tırmandırıyor. Filmin son bölümü, ele aldığı temaların derinliğine ulaşmakta zorlanıyor ve merkezindeki metafor zaman zaman ağır kaçsa da, 'The Woman In The Yard' farklı bir şey denemeye cesaret eden etkileyici bir gerilim olarak öne çıkıyor.

İkili arasındaki daha güçlü — ve çok daha yoğun — yapım ise 'Bring Her Back'. 'Talk To Me' ile dikkat çeken Avustralyalı yönetmen kardeşler Danny ve Michael Philippou, ikinci filmlerinde korku çıtasını daha da yukarı taşıyor. Film, ölen kızını diriltmek için bir ayine başvuran bir koruyucu annenin evinde geçen karanlık bir öykü anlatıyor. Bu ritüelin merkezinde, yetim iki kardeş (Billy Barratt, Sora Wong) bulunuyor. Sally Hawkins, şeytani bir sırıtışla hayat verdiği anne figürüyle tüyler ürpertici bir performans sergiliyor. Philippou kardeşlerin ev içi travmalarla kurduğu ilişki ise, filmi sadece korkutucu değil, aynı zamanda derinlikli bir deneyime dönüştürüyor. 'Carrie'den bu yana anne sevgisi bu kadar korkutucu olmamıştı.

12) Drommer

Drømmer (Dreams (Sex Love))
Drømmer (Dreams (Sex Love)) m-appeal

Bu yıl Berlin Film Festivali’nin en prestijli ödülü olan Altın Ayı, Norveçli yönetmen Dag Johan Haugerud’un 'Drommer (Dreams (Sex Love))' adlı filmine verildi. Film, Haugerud’un duygusal ve fiziksel yakınlığı irdeleyen üçlemesi 'Sex / Love / Dreams'in son bölümünü oluşturuyor.

Üçlemenin ilk filmi 'Sex', cinselliklerinin sınırlarını sorgulayan iki evli heteroseksüel erkeğin hikâyesini anlatıyordu. İkinci film 'Love' ise bir flört uygulamasında romantik bağ kurmaya çalışan bir kadın ile bir erkek meslektaş – biri heteroseksüel, diğeri eşcinsel – arasındaki karmaşık ilişkiyi merkeze almıştı.

Kapanışı yapan 'Dreams' ise, 17 yaşındaki lise öğrencisi Johanne’nin (Ella Overbye) yeni resim öğretmeni Johanna’ya (Selome Emnetu) duyduğu yoğun aşkı konu alıyor. Film, ilk aşkın ezici yoğunluğunu incelikle yansıtırken, arzunun hangi bakış açısından anlatıldığına göre nasıl şekil değiştirdiğini de gözler önüne seriyor. Özellikle, bakış açısının kabul edilmediği anlarda gerçeklik ile kurgu arasındaki sınırların nasıl bulanıklaştığını etkileyici biçimde işliyor.

Kusursuz oyunculukları ve yer yer oldukça komik anlarıyla öne çıkan 'Drommer', Haugerud’un tematik üçlemesine güçlü ve etkileyici bir final getiriyor. Üstelik filmde, 'Flashdance'in feminist bir parodisinin yer alması da izleyiciye sürpriz bir tat katıyor.

11) Sly Lives! (aka The Burden of Black Genius)

Sly Lives! (aka The Burden of Black Genius)
Sly Lives! (aka The Burden of Black Genius) Hulu

Geçtiğimiz ay hayatını kaybeden Sylvester Stewart, sahne adıyla Sly Stone’un ardından gelen 'Sly Lives! (diğer adıyla The Burden of Black Genius),' hem bir saygı duruşu hem de bir belgesel olarak izleyiciyi derinden etkiliyor. 'Summer of Soul' ile büyük beğeni toplayan yönetmen ve efsanevi davulcu Ahmir 'Questlove' Thompson’ın imzasını taşıyan yapım, Sly Stone’un dehasına ve taşıdığı yükün karmaşık doğasına ışık tutuyor.

Sly and the Family Stone’un karizmatik lideri olarak, 1960’ların sonu ve 70’lerin başında müziği kökten değiştiren Stone; soul, rock, funk ve toplumsal bilinç unsurlarını 'Everyday People' ve 'Family Affair' gibi parçalarla unutulmaz marşlara dönüştürdü. Ancak yükselişi kadar ani bir şekilde sahneden çekildi — uyuşturucu, sessizlik ve neredeyse tamamen yok oluşla birlikte.

Belgesel, arşiv görüntüleri ve içten röportajlarla, öncü ve son derece yetenekli bir Siyah sanatçı olmanın getirdiği yükleri titizlikle inceliyor. Andre 3000, Q-Tip ve D’Angelo gibi müzik dünyasının ağır topları da belgeselde yer alıyor; yapımcı Joseph Patel’in deyimiyle “Sly’ın vekilleri” olarak, şöhretin yalnız ve öngörülemez patikalarında benzer yürüyüşler yapmış vizyonerler olarak katkı sunuyorlar.

Özellikle duygusal anlardan biri, Stone’un çocuklarının onun yokluğunu ve bunun çocuk yaşta bile nasıl acı verdiğini anlatmaları. 'Sly Lives!,' yalnızca bir belgesel değil; bir kuşağa damgasını vurmuş eşsiz bir sanatçının anısına yazılmış bir ağıt ve kutlama.

10) Steven Soderberg ikili gösterimi: Presence & Black Bag

Presence & Black Bag
Presence & Black Bag Neon - Universal Pictures

Emeklilik Steven Soderbergh’e yaramıyor. Yönetmenliği bıraktığını birkaç kez açıklayan usta sinemacı, bu yıl arka arkaya iki yeni filmle geri döndü — her ikisinin de senaryosu David Koepp imzası taşıyor.

İlk film, 'Presence', ('Varlık') alışılmışın dışında bir perili ev hikayesi. Anlatı, bu kez hayaletin gözünden aktarılıyor. Yeni bir eve taşınan dağılmış bir ailenin yaşadıkları, görünmeyen bir varlığın sessiz tanıklığıyla izleniyor. Ailenin sessiz ve içe kapanık kızı Chloe (Callina Liang), annesi Rebekah’nın (Lucy Liu) ilgisinden yoksun büyürken, evdeki varlığın giderek artan dikkatine maruz kalıyor. Kardeşi Tyler’ın (Eddy Maday) gölgesinde kalan Chloe’nin yalnızlığı, filmin duygusal temelini oluşturuyor.

Soderbergh bu yapımda izleyiciyi korkutmak yerine rahatsız eden bir atmosfer yaratmayı tercih ediyor. Hayaletin bakış açısından kurulan kamera tercihleri, dikkat çekici tek planlara imkân tanırken asla yapay hissettirmiyor. Tüyler ürpertici final sahnesiyle noktalanan 'Presence', sade ama duygusal yönü güçlü, trajik bir korku anlatısı sunuyor.

İkinci film 'Black Bag,' ('Kara Torba Operasyonu') tür açısından daha klasik bir casusluk gerilimi olsa da, içeriğinde evlilik dramı barındıran keskin bir senaryoya sahip. Koepp’in daha fazla esneklik kazandığı bu yapımda, John le Carré romanları ile 'Who's Afraid of Virginia Woolf?' arasındaki sınırlar silikleşiyor. Film, birbirlerine sarsılmaz bir bağla bağlı iki MI6 ajanı (Michael Fassbender ve Cate Blanchett) etrafında şekilleniyor. Ancak içlerinden birinin bir köstebek olabileceği şüphesi ilişkiyi altüst ediyor.

Hem psikolojik hem de duygusal olarak yıpratıcı bu film, güven ve sadakat üzerine kurulmuş bir evliliğin nasıl çatlayabileceğini gözler önüne seriyor. Ve evet, filmdeki yemek sahneleri — gerginliği bıçak gibi kesen, kelimenin tam anlamıyla "zehirli" sofralar — uzun süre akıllardan çıkmayacak türden.

9) Materialists

Materialists
Materialists A24

Fragmandan yola çıkıldığında, “flört etmek zordur” temasını işleyen bu romantik komedi ve yıldızlarla dolu kadrosu, Celine Song’un ikinci filmiyle ana akıma kaydığı izlenimini verebilirdi. Ancak promosyon materyallerinin yanıltıcı olabileceği ve ünlü oyuncu kadrosunun mutlaka korkulacak bir işaret olmadığını kanıtlıyor.

2023’te ‘Past Lives’ ile büyük beğeni toplayan ve o yılın en iyi filmi seçilen Song’un hem yazıp hem yönettiği 'Materialists,' romantik komedilerin en klasik klişelerinden biri olan aşk üçgenini konu alıyor. Başarısız bir oyunculuktan ilişki danışmanlığına geçen Lucy (Dakota Johnson), ruh eşi olabilecek John (Chris Evans) ile kağıt üstünde daha uygun görünen “tek boynuzlu at” Harry (Pedro Pascal) arasında kalıyor.

Ancak Song, klişelere teslim olmak yerine modern ilişkileri olgun ve duygusal açıdan derin bir biçimde keşfetmeye devam ediyor. Film, günlük hayatın zorlukları, maddi sıkıntılar ve bireysel hedefler ekseninde, bir insanın özsaygısını aşındıran etkenlere odaklanıyor.

'Materialists,' 'Past Lives' kadar modern bir klasik olmasa da, Celine Song’un gerçek bir yetenek olduğunu bir kez daha kanıtlıyor.

8) Ainda Estou Aqui

Ainda Estou Aqui (I’m Still Here)
Ainda Estou Aqui (I’m Still Here) StudioCanal

Brezilyalı usta yönetmen Walter Salles (Central Station, The Motorcycle Diaries), 12 yıl aradan sonra ilk kez Brezilya’da geçen yeni filmiyle sinemaya geri döndü. 2008 yapımı 'Linha De Passe'ten sonra Brezilya’yı konu alan ilk uzun metrajı olan 'Ainda Estou Aqui' ('Hala Buradayım'), kayıp ve direniş üzerine gerçek bir hikâyeyi anlatıyor.

Brezilya tarihinin karanlık bir dönemine odaklanan film, bu yılki Oscarlar’da En İyi Uluslararası Film ödülünü kazanarak, Oscar alan ilk Brezilya yapımı film olma unvanını elde etti. Bu büyük bir başarı ve tamamen hak edilmiş bir ödül.

Filmin başrolünde, efsanevi oyuncu Fernanda Torres var. Torres, eski milletvekili kocası askeri yönetim döneminde kaybolan (desaparecido olan) ve bir daha haber alınamayan binlerce kişiden biri haline gelen ev hanımı rolünde muhteşem bir performans sergiliyor. Film, seyirciyi devlet destekli kaçırılmaların sinsiliğine çekerek otoriter rejimin bireyler üzerindeki ağır bedelini tarihsel ve güncel boyutlarıyla sorguluyor.

İngilizce ismiyle 'I'm Still Here', sade ve etkileyici anlatımıyla izleyicide derin izler bırakıyor.

7) 28 Yıl Sonra

28 Years Later
28 Years Later Sony Pictures Releasing

2002’de vizyona giren '28 Days Later,' ('28 Gün Sonra') zombi türünü baştan aşağı değiştirmişti. Grenli, ham bir görüntüsü olan yapım, korkutucu derecede gerçekçi ve nefes kesici bir enerjiye sahipti. Aynı heyecan dolu gerilim, Danny Boyle ve Alex Garland’ın öfke virüsü serisinin üçüncü filmi olan '28 Years Later'da ('28 Yıl Sonra') da devam ediyor.

Ancak bu kez, enfekte olmuşların korkunç, çarpık şekilleri ve mantar kaplı deri görüntüleri, oldukça sıra dışı ve neredeyse sihirli bir büyüme hikayesine zemin oluşturuyor. Karantina altındaki Britanya Adaları’nda geçen film, annesi hasta olan genç Spike’ın (Alfie Williams), saklı ve kafatası toplayan gizemli bir doktoru (Ralph Fiennes) aramak için anakarayı geçmesini konu alıyor.

Zengin karakter derinlikleri ve Young Fathers’ın eşsiz müzikleriyle yükselen yapımda, büyük kötü Alpha zombilerin kan donduran vahşet sahneleri, beklenmedik ölçüde nazik ve dokunaklı anlarla dengeleniyor. Film, öfkenin hüküm sürdüğü bir dünyada bile sevgiye yer olduğunu hatırlatan teselli edici bir hikâye sunuyor.

6) Nisan

April
April Pyramide Distribution

Ödüllü Gürcü yönetmen Dea Kulumbegashvili’nin ikinci uzun metrajlı filmi 'April' ('Nisan'), Gürcistan’ın kırsal bölgelerinde yasadışı kürtaj yapan Nina (Ia Sukhitashvili) adlı sorunlu bir kadın doğum uzmanının cesur ve çarpıcı portresini sunuyor.

Filmde her sahne, kliniğin klostrofobik atmosferinde geçiyor; hastane odalarının soğuk ışıklarının altında sarkan çıplak ciltler ve gökyüzünde yavaşça hırıldayan fırtına bulutlarıyla dokunsal bir ruh hali yaratılıyor. Uzun süreli hareketsizlik içinde donan bu atmosfer, izleyicide erteleme ve rahatlama hissi bırakmıyor.

Kulumbegashvili, kadın bedenlerinin insanlıktan çıkarıldığı, başarısızlığın sistematik olarak tasarlandığı bu kontrol mekanizmalarında, kontrolü yeniden ele almanın bedelini cerrahi bir hassasiyetle ve küstah bir vizyonla yansıtıyor. Ortaya çıkan eser yoğun şekilde rahatsız edici ancak mutlaka izlenmesi gereken bir sinema deneyimi.

5) Den Stygge Stesosteren (Çirkin Üvey Kardeş)

Den Stygge Stesøsteren (The Ugly Stepsister)
Den Stygge Stesøsteren (The Ugly Stepsister) Scanbox Entertainment

Norveçli yönetmen Emilie Blichfeldt’in kendinden emin ve akılda kalıcı ilk uzun metraj filmi, Külkedisi masalını Elvira (Lea Myren) adlı genç bir kadının gözünden yeniden canlandırıyor. Prensin sevgisini kazanmak için güzel üvey kardeşi Agnes ile amansız bir rekabete giren Elvira, bu uğurda korkunç ameliyatlar, tenyalar ve Grimm Kardeşler’in masallarına özgü ayak parmaklarının kesilmesi gibi dehşet verici adımlar atmak zorunda kalıyor.

Filmi, Coralie Fargeat’nın 'The Substance' adlı eseriyle karşılaştırmak cazip olsa da — her iki yapım da Yeni Dalga Feminist Korku akımı içinde, güzellik standartları ve toplumsal beklentileri beden korkusu ve kara mizah ile ele alıyor — Blichfeldt’in eseri kesinlikle gölgede kalmıyor.

Bu film, yeni ve iddialı bir sinematik sesin müjdecisi olarak, tam teşekküllü ve etkileyici bir nakavt performansı sunuyor.

4) Brütalist

The Brutalist
The Brutalist A24

'The Brutalist' uzun — yaklaşık 3 buçuk saatlik (merhametli bir şekilde mesane dostu bir ara ile bölünmüş) — ancak yönetmen Brady Corbet, ekranda geçen her saniyenin boşa harcanmadığını gösteriyor. Adrien Brody, (Oscar ödüllü) savaş sonrası Amerika’da kendisi ve ailesi için yeni bir hayat kurmaya çalışan Bauhaus eğitimli Yahudi bir mimar rolünde şaşırtıcı ve Oscar ödüllü bir performans sergiliyor.

Ancak çok geçmeden, sözde “fırsatlar ülkesi”nin vaat edildiği gibi olmadığını keşfediyor. Basit bir göçmen hikayesi gibi görünen film, travma, kültürel duvarlar ve kişisel ile kolektif tarihlerin yalnızca ruhumuzu değil, aynı zamanda yarattığımız ve yaşadığımız ortamları da şekillendirme biçimleri hakkında güçlü, yavaş yanan bir destana dönüşüyor.

Film, modernist mimariyi onurlandıran inanılmaz bir prodüksiyon tasarımına, Daniel Blumberg’in akılda kalıcı, gürleyen müziğine ve Felicity Jones ile Guy Pearce’ın muhteşem yardımcı oyunculuklarına sahip. Son yılların en iddialı filmlerinden biri olan bu yapım, finalini de başarıyla gerçekleştiriyor.

3) Sinners

Sinners
Sinners Warner Bros. Pictures

Ryan Coogler’ın kanlı, blues soslu katarsis filmi 'Sinners' ('Günahkarlar,') doğaüstü bir yetenek ve müziğin büyüleyici gücüyle yükseliyor. Jim Crow dönemi Mississippi’sinde geçen film, mafyayla geçen zorlu bir sürecin ardından evlerine dönen ikiz kardeşler Smoke ve Stack’in (Michael B. Jordan) hikayesini anlatıyor. İkili, bir zamanlar bir Klan üyesine ait olan arazide içkili bir mekân açar. Ancak burada, yetenekli müzisyen Sammie (Miles Caton) ilk performansını sergilediğinde, çok daha eski ve karanlık bir kötülük uyanır: Sinsi dilli Remmick (Jack O’Connell) liderliğindeki beyaz vampirler.

Filmin ilk yarısı, gitar tellerinin uğultusu gibi yavaş yavaş kaynamaya başlar; ardından kültürel sahiplenmeyle yoğrulmuş, öfkeli ve dişlerini gösteren sert bir yüzleşmeye dönüşür. Coogler, geçmişle günümüz arasında köprü kurmak için korku türünü yeniden kurgulayarak, bunu tarihsel bir hesaplaşma formuna dönüştürüyor.

Günahkarlar, ırkçı vampir klişelerinin ötesinde; cesur, baş döndürücü ve yürek hoplatan, içeri alınmayı hak eden bir sinema deneyimi sunuyor. Bitiş jeneriğinden önce salondan ayrılmayın!

2) Nickel Boys

Nickel Boys
Nickel Boys Amazon MGM Studios

‘Günahkârlar’ gibi 'Nickel Boys' da Jim Crow döneminde geçiyor; ancak doğaüstü unsurların yer aldığı tiyatroyu, çok daha ağırbaşlı ve tarihsel gerçeklere dayanan bir anlatımla değiştiriyor. Gerçek hayatta Florida’daki Dozier Erkek Okulu’nda yaşanan korkunç olaylardan ilham alan film, 1960’ların Florida’sında acımasız bir ıslah okuluna gönderilen iki Afro-Amerikan genç, Elwood (Ethan Herisse) ve Turner’ın (Brandon Wilson) hikâyesini takip ediyor.

Ortaya çıkan tablo, sistematik istismar, ırksal adaletsizlik ve dostluğun dayanıklılığı üzerine yıkıcı bir portre çiziyor. Yönetmen RaMell Ross, görüntü yönetmeni Jomo Fray ile birlikte filmin büyük bölümünü birinci şahıs bakış açısından çekmeyi tercih ederek izleyiciyi doğrudan çocukların deneyimlerinin içine yerleştiriyor. Bu içgüdüsel ve zaman zaman sarsıcı bakış açısı, cesur bir tercih olsa da karşılığını fazlasıyla veriyor.

Sonuç, ham ve sürükleyici bir anlatım; inanılmaz derecede samimi ve jenerik bittikten çok sonra bile izleyicide derin bir etki bırakan bir yapım.

1) Sorda (Sağır)

Sorda (Deaf)
Sorda (Deaf) A Contracorriente Films

İspanyol yönetmen Eva Libertad’ın ikinci uzun metraj filmi 'Sorda ('Sağır'), inter-abled (farklı yeteneklere sahip) bir çiftin dokunaklı öyküsünü anlatıyor. Filmde, işitme engelli Ángela (Miriam Garlo) ile işiten eşi Hector’un (Alvaro Cervantes) bekledikleri bebeklerinin işitme engelli mi yoksa işiten mi olacağı bilinmemektedir. Bu belirsizlik, çiftin hem ebeveynlik yolculuğunu hem de bireysel kimliklerini, dünyaya bakış açılarını derinden etkiler.

'Sağır', ebeveynlik ve anneliğin zorluklarını ele alırken, en çok da aşkın gücünü gerçekçi ve içten bir şekilde yansıtmasıyla öne çıkıyor. Libertad, izleyiciyi sevgi dolu çift ve destekleyici arkadaş çevresiyle tanıştırmak için zaman ayırarak, seyircinin bu birimin refahına tam anlamıyla bağlanmasını sağlıyor.

Film, karmaşık duygularla ve kurumsal ayrımcılığın getirdiği izolasyonla ustaca yüzleşirken, özel bir topluluğa adil bir şekilde ışık tutmayı başarıyor. Aynı zamanda iletişimin önemi ve aidiyet duygusunun evrenselliği gibi temaları güçlü bir şekilde hissettiriyor.

Bu yıl Berlin Film Festivali’nde prömiyerini yapan ve İspanya’da gösterime giren 'Sorda'nın önümüzdeki dönemde diğer Avrupa ülkelerinde de dağıtım bulması umut ediliyor. Çünkü film, nadir rastlanan türden yapımlardan; kalbinizi dolduruyor, kırıyor ve sonra tekrar bir araya getiriyor — üstelik melodrama düşmeden.

Gerçek bir zafer.

2025'in diğer filmleri:

2025’in ikinci yarısına baktığımızda ise oldukça umut verici görünüyor. Şu an gişe sezonunun tam ortasındayız; DC’nin Superman’i ile Marvel’ın 'The Fantastic Four: First Steps' filmi box office’de karşı karşıya gelecek — bu kapışmanın nasıl sonuçlanacağını size aktarmaya devam edeceğiz.

Zaten birkaç yaklaşan film gösterime girdi bile. İki muhteşem Brezilya filmi 'O Último Azul' ('The Blue Trail') ve 'O Agente Secreto' ('The Secret Agent') kesinlikle kaçırılmaması gerekenler. Ayrıca 'Reflection In A Dead Diamond' ve Lucile Hadzihalolovic’in 'La tour de glace' ('The Ice Tower') da kesinlikle izlenmeye değer. Julia Ducournau’nun 'Alpha' filmi, bu yılın Altın Palmiye ödüllü Jafar Panahi yapımı 'It Was Just An Accident' ile birlikte sinemalara geliyor. Kristen Stewart’ın yönetmenlik denemesi 'The Chronology Of Water' etkileyici ve sert bir çıkış yapıyor. Joachim Trier’in 'Sentimental Value' filmi ise karmakarışık bir yapım, ancak içerisinde birkaç müthiş performans barındırıyor.

Ve Paul Thomas Anderson’ın Thomas Pynchon uyarlaması 'One Battle After Another' ile Yorgos Lanthimos’un 2003 Güney Kore yapımı 'Save The Green Planet!' filminin İngilizce uyarlaması 'Bugonia'yı en kısa sürede izleyebilmek, hepimizin moralini yükseltecek.

Görüntü editörü • Theo Farrant

Erişilebilirlik kısayollarına git
Haberi paylaşın Yorumlar

Bu haberler de ilginizi çekebilir

'Nisan’: Kürtaj ve kadın hakları üzerine Gürcü yönetmen Dea Kulumbegashvili'den çarpıcı bir hikâye

İnceleme: ‘Jurassic World’ cesur değil, temkinli bir geri dönüş

Ara Güler’in 'Renkli Anadolu’ sergisi Rodos Modern Sanat Müzesi’nde açılıyor