Analiz- Ortadoğu’da dengeler değişirken Türkiye ne yapmalı?

Analiz- Ortadoğu’da dengeler değişirken Türkiye ne yapmalı?
© 
By Euronews
Haberi paylaşınYorumlar
Haberi paylaşınClose Button
REKLAM

Bölgenin üç imparatorluğa başkentlik yapmış kadim kenti İstanbul’a yağan yağmur ve serinleyen hava artık yazın bittiğini yeni bir dönemin başladığını hissettiriyor. Tıpkı Ortadoğu’da yeni bir döneme girildiği gibi.

Geçtiğimiz bahar aylarında Suriye’de Esad rejiminin devrilmesi için çabalar, İran’a yeni ambargolar tartışılırken bugün Esad’ı dışlamayan çözüm seçeneklerinden, İran-ABD yakınlaşmasından söz ediliyor. Eylül ayında New York’taki Birleşmiş Milletler Zirvesi’nde yaşanan hızlı gelişmeler, 2013 yazında Ortadoğu’da değişen bu dengeleri, yeni stratejik hesapları, kurguları diplomasinin gündemine taşıdı ve gerçekleri bütün çıplaklığıyla yüze vurdu.

Amerikan Başkanı Obama ile İran’ın yeni Cumhurbaşkanı Hasan Rouhani arasında gerçekleşen telefon görüşmeleri, dışişleri bakanları düzeyindeki Kerry-Cevat Zarif buluşması sadece sembolizm anlamında değil gelecek siyasetin şekillenmesi açısından tarihi görüşmelerdi.

Bütün bu gelişmelerin ardında ABD’nin yeni stratejik tehdit algılaması, bölgedeki kaba güç dengelerinin karşılıklı teyidi ve bütün bunları ortaya koyan Suriye’deki ve Mısır’daki gelişmeler var.

Peki bölgede tam olarak neler oluyor? ABD ve İran arasındaki yakınlaşmanın sebebi ne? Rusya neden bu kadar öne çıktı ve hepsinden önemlisi Türkiye şimdi ne yapmalı?

Aslında bölgedeki temel değişiklik 11 Eylül 2012 Bingazi’deki Amerikan elçiliğine saldırı ve Amerikalı diplomat Christopher Stevens’ın ölümüyle Washington’daki “ılımlı İslam” ve Condoliza Rice’ın 2005’te Kahire Amerikan Üniversitesi’ndeki konuşmasıyla ortaya konan, Ortadoğu’da rejimlerin demokrasiye evrilmesini öngören “Büyük Ortadoğu Projesi’nin” çöpe atılması.

Amerikan yönetimi Bingazi’deki cinayetten sonra, İslami gruplara dayanarak bölgedeki uzun vadeli çıkarlarını sürdüremeyeceği kanısına vardı. Buna Mısır’daki Müslüman Kardeşler’in uluslararası ağının Amerikan-İsrail karşıtı tavrını değiştirmeyeceği kanaati de eklenince, dünyanın en önemli su yollarından biri olan Süveyş, Kızıldeniz hattında risk kaldıramayacak olan Washington’un buradaki darbeye yeşil ışık yaktı. Ortadoğu’da demokrasi değil istikrar yeniden öne çıktı.

Suriye’de yaz aylarında yaşananlar da bu politikayı besledi. ABD ve Batı, Esad rejiminin mevcut güç yapısıyla devrilemeyeceğini, rejimin çökmesi halinde ülkenin radikal dincilerin cirit attığı bir kara deliğe dönüşeceğini gördü. Ayrıca Esad yönetiminin, bir yönüyle Suriye’de gelişmekte ve genişlemekte olan radikal dinci güçlere karşı önemli bir mücadele aracı olduğu anlaşıldı. Esad’ın gerek Müslüman Kardeşler’e gerekse diğer El Kaide ve türevi oluşumlara karşı kullanılması kararlaştırıldı. Zaten Rusya ve İran’ın Esad’a desteği de diğer seçenekleri sınırlıyordu.

Suriye’de, Batı ile Rus-İran-Çin ekseninin çıkarlarının çakıştığı nokta da bu oldu. İran her ne kadar İslami bir cumhuriyet olarak onyıllardır bölgeye ideolojisini ihraç etmek isteyen bir ülke olsa da gerek Afganistan’daki Taliban gerek El Kaide gerek de Irak’taki Sünni oluşumları gerçek bir tehdit olarak algılıyor. Radikalizmin halihazırda rejime karşı çatışan Arap Huzistan eyaletine taşınmasından, İran’ın bütünlüğünün tehdit altına girmesinden çekiniyor.

Aynı şekilde Rusya ve Çin için de güçlenen radikal dinci hareketler, bu ülkelerin bütünlüğüne yönelik en büyük tehdit olarak algılanıyor. 22 milyon Müslüman’ın Kuzey Kafkasya cumhuriyetlerinde yaşadığı Rusya Federasyonu için Beslan’daki okul baskınının, Moskova metrosu ve operasına yönelik saldırıların anıları hala taze. Dolayısıyla Suriye’nin bu tür gruplar için bir merkez haline gelmesi gerçek bir tehdit olarak görülüyor. Tarafların çıkarları bu noktada ortak. ABD, Rusya ve İran bu coğrafyada kara delikler, istikrarsız adacıklar istemiyor. Görünüşe göre elini ateşe sokmak istemeyen Washington bu işi bölgedeki operasyon gücü en yüksek olan İran üzerinden çözmek istiyor.

ABD’nin en önemli müttefiki İsrail açısından ne Suriye ne İran konvansiyonel açıdan büyük tehdit değiller. Bu ülkeyi korkutan kitle imha silahları, kimyasal ve nükleer silahlar. Birleşmiş Milletler aracılığıyla kimyasal silah tehdidinin ortadan kalkması, İran’ın müzakere masasına oturma olasılığı bu açılımları destekliyor. Birleşmiş Milletler’deki –Türkiye’de çok eleştirilen yapı- hala işliyor ve büyük güçler aralarında çatışmadan, güç kullanmadan sonuç alabiliyor.

İran açısından tablo biraz daha farklı. İran 2009’daki cumhurbaşkanlığı seçimlerinden itibaren, Arap isyanlarının da etkisiyle diken üstünde oturuyor. Musavi’nin Yeşil Hareketi güç kullanılarak bastırılsa da rejimin benzer bir ayaklanma gelişmesine tahammülü yok. Bu nedenle “ılımlı” denilen bir cumhurbaşkanı rejimin göz yummasıyla işbaşına geldi. Siyasi gerilime izin verilmedi. Ambargonun giderek günlük hayata değmeye başladığı, içten içe toplumsal huzursuzluk pompaladığı biliniyordu. İran rejimi ayakta tutmak için çıkış yolu aramaya başladı. Aralık ayında Tahran’da bir taksi şoförünün “devlet parayı Lübnan’a, Suriye’ye harcıyor. Oysa ki bizim ekonomik durumumuz çok kötü. Bu politikalara çok kızgınım” dediğini hatırlıyorum.

İran bu sıkışıklık içerisindeyken Suriye’de rejimin düşmesi olasılığı, Şam’a dönük bir askeri müdahale ihtimali, İran için yaşamsal çıkarlar noktasına geldiğinden, başkanlık ve dışişleri bakanlığındaki değişimlerle Washington ile temasın yolunu açtı. İran yaklaşan fırtınayı gördü ve pozisyonunu değiştirdi. “Ehlileşmiş bir İran” ABD için de önemli bir stratejik kazanım olabilir. İran devrimi öncesi Amerikan Başkanı Nixon’ın Körfez güvenliği için Suudi Arabistan ve İran üzerinden kurguladığı Çifte Sütun politikası(Two Pillars Policy) göz önüne alındığında, Washington’un daha sınırlı bir şekilde bu politikalara dönüş yapma eğiliminden söz edilebilir. ABD ile sorunlarını çözmüş bir İran, Batı için, Ortadoğu’daki birinci çıkar alanında çok önemli bir partner haline gelebilir.

Tüm bu gelişmeler Türkiye açısından çok sayıda risk ve fırsatı beraberinde getiriyor. En büyük risk Türkiye’nin oyun dışında kalması, geçmişte çok eleştirdiği “Ortadoğu’dan uzaklaşmış bir Türkiye” noktasına dönme olasılığıdır. Devam eden bir Baas rejimi kadar parçalanmış, egemenlik alanlarına bölünmüş bir Suriye de Türkiye için risktir. Hele ki bugün olduğu gibi sınırlarında El Kaide’nin cirit attığı bir Suriye Türkiye için ağır bir güvenlik sorunudur. Buna şu an için suskun olan PKK’nın aktif hale gelmesi riski de eklenebilir. Irak ile süregelen sorunlar, istikrarsız ilişkiler Türkiye’nin Ortadoğu ticaretini, Körfez ülkeleriyle bağını kesebilir. Mısır ve İsrail ile tansiyonun yükselmesi, halihazırda ticaretini Hayfa ve Port Said üzerinden yürüten Ankara’nın operasyonunu durma noktasına getirebilir. Şu an ki bu bağımlılık bile başlı başına bir risk olarak ortaya çıkıyor. ABD ile yakınlaşmış bir İran Türkiye’nin Batı için jeopolitik ağırlığını azaltan bir unsur olma ihtimali içeriyor.

İşte bu tabloda Türkiye’nin bugünkü tavrını sürdürmesi güç. İsrail, Suriye ve Mısır ile alt düzeyde yürüyen ya da tamamen kopuk ilişkiler Türkiye’nin elini kolunu bağlıyor. İsrail’in özür dilemiş olması bir fırsat. Mısır’ın gerilime rağmen ilişkileri tamamen kesmemesi, Port Said’i Türk gemilerine kapamaması ilişkilerin sürdürülmesi iradesini ortaya koyuyor. Suriye de muhalefet, Kürtler ve Türkmenler üzerinden masada kalma şansı hala var. Belki ilk yapılması gereken ABD ve İran’ın yapabildiği gibi düşmanlarla, sorunlu ülkelerle iletişim kanallarını açmak, açık tutmak. Sonrası gelecektir.

Bora Bayraktar, İstanbul

Haberi paylaşınYorumlar

Bu haberler de ilginizi çekebilir

Boğaziçi Rektörü Naci İnci'nin ABD kampüslerindeki Gazze protestolarına desteği tepki çekti

Dünya Bankası, Türkiye'ye ilave 18 milyar dolar finansman sağlayacak

HRW'den Ankara'ya suçlama: Suriye'de Türkiye'nin kontrolündeki bölgelerde hak ihlalleri yaşanıyor