Demokrasi Talebi Raporu: 'Makul vatandaş' olmak makbul mü?

Denge Denetleme Ağı
Denge Denetleme Ağı © Denge Denetleme Ağı
© Denge Denetleme Ağı
By Menekse Tokyay
Haberi paylaşınYorumlar
Haberi paylaşınClose Button

Denge ve Denetleme Ağı, KONDA araştırma şirketinin geçtiğimiz 10 yıl içerisinde yaklaşık 267 bin kişiyle yaptığı görüşmelerin sonuçlarını temel alan raporunu açıkladı.

REKLAM

Denge ve Denetleme Ağı (DDA), KONDA araştırma şirketinin 2010-2019 yılları arasında yaklaşık 267 bin kişiyle gerçekleştirdiği görüşmelerin sonuçlarını temel alan raporunu kamuoyuna açıkladı.

On yıllık dönem zarfında Türkiye siyaseti ve toplumundaki değişimlerin ve bu değişimlerin süreç içerisinde yurttaşların demokrasi algısı üzerindeki etkisinin mercek altına alındığı ve iki yıllık emeğin sonucu olan “Demokrasi Talebi Raporu”, yargının durumu, kadın cinayetleri, seçimlere güven gibi toplumun farklı hassasiyet alanlarında nabzını ölçüyor.

Buna göre toplumun yarıdan fazlası mahkemelerin “kişiye göre” karar verdiğini düşünüyor. Örneğin 10 kişiden 3’ü, yargının verdiği kararda davalı veya davacının Kürt kimliğine sahip olup olmadığının belirleyici olduğu kanısında. Katılımcıların yarıdan fazlası ise, yargının baskı altında olduğunu ve tamamen siyasallaştığını düşünüyor. Mahkemeye yolu düşen 10 kişiden 3’ü, hukuk sistemine artık daha az güvendiğini ifade ediyor.

Yargı önünde eşitlik

Yıllar içindeki veriler ise, toplumun bir kesiminde yargı önünde eşitlik ilkesine olan inancın sarsıldığını gösteriyor. Toplumsal cinsiyet perspektifinden bakıldığında kadın cinayetleri konusunda toplumun yüzde 39’u, mahkemelerin taraflı olduğu kanısında.

Beş kişiden biri ise, suç işlemedikçe “kanun beni korumaz” diyor. 4 kişiden 3’ü ise, yargının devleti değil bireyi koruması gerektiğine inanıyor.

DDA Direktörü Hayriye Ataş, euronews Türkçe’ye verdiği demeçte, “Vatandaşlar, adalet istiyor, hukukun dengeleyici ve denetleyici kuvvet olmasını güçlü bir şekilde talep ediyor, ancak yargı organlarının yani mahkemelerin siyasi, sosyal ve ekonomik egemene göre karar verdiğini düşünüyor” diyor.

Ataş, “Şüphesiz 2016 yılından bu yana kadın hareketi güçlendi ve şiddete karşı kolektif bilinç daha da gelişti, ancak kadına yönelik şiddet ve istismar davalarını takip ettiğimizde verilen cezaların yeterli olmadığını ve daha da önemlisi potansiyel işlenecek suçlarla ilgili verilen kararların ve yasaların caydırıcı olmadığını görüyoruz. Kadınların örgütlü hareket etmeleri ve sosyal baskı uygulamaları davaların seyrini değiştirebiliyor ancak ya gözden kaçırdıklarımız, kayıtlı olmayanlar, mahkemeye gidemeyenler neler yaşıyor bilmiyoruz” diyor.

Kadın cinayetleri

Mahkemelerin kadın cinayetleri konusunda verdiği kararların toplumun hassasiyetlerini karşılamadığı yönündeki algı ise ağırlıklı olarak sanıklara verilen iyi hal indirimi ve sonrasında çıkarılan infaz düzenlemeleriyle öngörülenden daha az hapis yatan kişilerin benzer suçları hapisten çıkar çıkmaz işlemeleri etkili oluyor.

2013’te 237, 2014’de 294, 2015’te 303, 2016’da 328 ve 2017’de 409, 2018’de 440, 2019’da ise 474 kadının öldürüldüğü Türkiye’de, istismar ve tecavüz davalarında dava süreçlerinin uzaması, sivil toplumun baskısı neticesinde dava sonuçlarının değişmesi, zaman zaman dava sürerken mahkeme heyetinin değişmesi gibi uygulamalar, bu güvensizliği daha da perçinliyor.

Eskişehir'de öldürülen Ayşe Tuba Arslan savcılığa 23, Aydın’da öldürülen Zeliha Erdemir ise 46 suç duyurusunda bulunmuş ancak gerekli koruma tedbirleri alınmamıştı.

Ataş’a göre, “Yargının erke ve egemene göre karar verdiği algısına dayanan hukuk yapılanmasında kadınlar, yetkili mercilere başvururken çekiniyorlar ve yardım istemeyi bıçak kemiğe dayanınca son adım olarak görüyorlar. Yargı kurumunu ele alalım, mevki yükseldikçe kadın oranları düşüyor; kadın hakim, kadın savcı, Yargıtay, yüksek mahkeme mensubu kadın sayısı çok düşük. Bu açıdan baktığımızda yargı kurumsal olarak da kadının var olmadığı bir alan.”

"İkinci sınıf vatandaş" algısı

Öte yandan, araştırma sonuçlarına göre beş kişiden ikisi kendisini “ikinci sınıf vatandaş” gibi hissettiğini ve kah kültürel kimlik kah kamu hizmetlerinden yararlanma kah başka sebeplerle ayrımcılığa uğradığını ifade ediyor.

Ataş’a göre, “öteki” olma ya da “ikinci sınıf vatandaş” hissetme durumu ülkede demokrasinin hala tesis edilemediğini, demokrasinin toplumsal ve siyasal bir kültür olarak içselleştirilemediğini, devlet kurumlarına olan güvensizliği, hukuk devleti ve en önemlisi adaletli toplum olamadığımızı gösteriyor.

“Bu durum özellikle beyin göçünü tetikliyor çünkü, özellikle üreten, iş gücüne katılan nesil, adil bir emek gücüyle hakettikleri yere gelemeyeceklerini, sistem içinde liyakatin mümkün olmadığını düşünüyorlar. Daha eşit yaşamak için özellikle demokratik sistemin oturmuş olduğu ülkeleri tercih ediyorlar” diyor Ataş.

"Üreten, iş gücüne katılan nesil, adil bir emek gücüyle hakettikleri yere gelemeyeceklerini, sistem içinde liyakatin mümkün olmadığını düşünüyorlar. Daha eşit yaşamak için özellikle demokratik sistemin oturmuş olduğu ülkeleri tercih ediyorlar."
Hayriye Ataş
DDA Direktörü

DDA, geçtiğimiz yıllarda, vatandaşların 2030 yılına dair ülke hayallerinden yola çıkarak “Bir Türkiye Hayali” adlı bir araştırma çalışması yürütmüştü. Söz konusu çalışmada ise, vatandaşların eğitimde fırsat eşitliği, insan haysiyetine yaraşır iş ve yaşam koşulları ve demokratik kurumlara güven talebi ön plana çıkmıştı.

Bununla birlikte, azınlıkların haklarının sınırlandırılabileceğini düşünenlerin oranı geriliyor. 2014 yılında toplumun yarısı bu şekilde düşünürken, yıllar içerisinde bu oran yüzde 32’lere gerilemiş durumda olsa da, eşit vatandaşlık algısı halen Kürtler, Aleviler, Müslüman olmayanlar ve eşcinseller gibi “ötekileştirilen” kesimler söz konusu olduğunda tartışmalı bir hal alıyor ve “sistemle uyumlu yaşayan makul vatandaş” isteği ağır basıyor. Örneğin, toplumun sadece üçte biri, yerel yönetimlerin anadilde hizmet konusunda yetki sahibi olmasını destekliyor.

Geleneksel medyaya güven

Raporda ayrıca 2010’lu yıllarda geleneksel medyaya (gazeteler ve televizyonlar) olan güvenin azaldığı, sosyal medyanın ise temel haber kaynağı haline geldiği kaydediliyor. Dolayısıyla, katılımcılar medyanın denge ve denetleme görevini yeterince sağlamadığını düşünüyor. 2010’lu yılların başında üç kişiden biri medyanın siyasi iktidarı denetleme görevini önemserken, bu oran yıllar içerisinde yüzde 68 bandına yaklaştı.

Toplumun yarısı ise, seçimlerin adil ve eşit biçimde gerçekleştiğine inanmıyor; altı kişiden sadece biri siyasi partilere güveniyor. Siyasi parti üyelikleri ise zaman içerisinde gerileme eğiliminde. Toplumun yarısı gösteri, imza kampanyası gibi araçları meşru görse de, siyasi bir eyleme katılmayı toplumun ancak yüzde 15’i tercih ediyor.

REKLAM

Ataş, “Türkiye siyasal geçmişinde, oy kullanmayı önemli bir sorumluluk olarak gören bir anlayış hakim oldu. Demokratikleşme süreçlerimizde katılımcı demokrasiden çok, temsili demokrasiyi deneyimledik ve demokrasi algımızı temsiliyet üzerine kurduk” diyor.

Ataş, ayrıca, son dönem popülizm tartışmalarına değinerek, seçimlere yüksek oranda katılımın kutuplaşmanın da bir göstergesi olabileceğini belirterek, demokrasinin diğer gereklerini görmezden gelerek seçime büyük önem atfeden ve seçimlere beka olarak bakan bir siyasi söylemin de oy verme oranlarını arttırdığını söylüyor.

"Demokratikleşme süreçlerimizde katılımcı demokrasiden çok, temsili demokrasiyi deneyimledik ve demokrasi algımızı temsiliyet üzerine kurduk."
Hayriye Ataş
DDA Direktörü

Araştırma verilerine göre, darbe gibi anti-demokratik girişimlerin antikorunun “daha fazla demokrasi” olduğunu savunan vatandaşlar, yerel yönetimlere daha etkin bir biçimde katılmak istiyor. 3 kişiden ikisi kendi yaşadığı bölge ile ilgili verilen kararlara katılma hakkı olması gerektiğini düşünüyor.

"Mehteran yürüyüşünü bizim icat etmemizin bir sebebi var. Bu tabloda ikircikli bir durum görüyorum. İdeal bir dünyayı arzuluyoruz, ama bacaklarımızın birisi de ne olur ne olmaz diye bulunduğu yere kök salmaya çalışıyor" diye açıklıyor KONDA Genel Müdürü Bekir Ağırdır.

"Demokrasi kendin olabilmektir, kendini ilgilendiren kararları bilmek ve bu karar süreçlerine katılabilmek, kendi kimliğinden dolayı herhangi bir avantaja veya dezavantaja sahip olmamak demektir" diyen Ağırdır, Türkiye'de demokrasi talebinin neden arzu ettiğimiz gibi güçlü olmadığının, bunun önündeki engellerin nasıl aşılması gerektiğinin incelenmesi gerektiğini belirtiyor.

REKLAM

"Recep İvedik'leşmek"

Ağırdır'a göre, Türkiye topraklarındaki insanlarda birey olmakla yurttaş olmak arasındaki sıkışmışlık söz konusu. "Bu topraklarda imece, ahilik, vakıf gibi dayanışma temelli örgütlenmede sorun olmazken, hak temelli örgütlenmede 800 yıldır eşkiya, mülteci, bölücü gibi yaftalanır ve tedirginlik yaşanır. Birey sendikaya girdiğinde işinden atılabileceğini düşünür. Örgütlü davranmanın yararını ise korona günlerindeki parlak dayanışma örneklerinde gördük."

"Türkiye insanı özgürlükle güvenlik arasında sıkışmış durumda" diyen Ağırdır, "insanımız 80lerin Şaban'ının masumiyetini yitirip giderek Recep İvedikleşiyor. Türkiye insanı nehrin kenarına gelmiş, nehrin öte tarafındaki vahayı görüyor, ama nehrin öte yanına geçmek için yüzmesi gerekiyor, maharetleri konusunda özgüveni eksik. O yüzden kendi kendini bu taraftaki bir ağaca bağlayarak suya atlıyor, eğer karşı tarafa geçemezsem en azından bu tarafta kalayım diye. Demokrasi için ikircikli talebi yaratan şey de bu. Bu taraftaki ağaç eğer hukuk değilse, ortak bir yaşam ütopyası değilse, o zaman daha muhafazakar ve kendini daha emniyetli hissedeceği yere göre ağaç şekilleniyor. Soru demokrasi talebi var mı yok mu değildir, soru demokrasi talebinin önündeki ikircikli hali yaratan eşiklerin ne olduğu ve bunun nasıl aşılması gerektiğidir" diye ekliyor.

"İhtiyatlı umutlu" olmak

Sabancı Üniversitesi İstanbul Politikalar Merkezi Direktörü Prof. Fuat Keyman, bu açıdan kendisini "ihtiyatlı umutlu" olarak tanımlıyor.

"Türkiye giderek kentleşen bir ülke. Ekonomik ve kültürel olarak modernleşmenin itici gücü, kentte yaşayan insanlar. Kentli bir Türkiye'nin yönetim yapısı daha aktif vatandaşlık istiyor, değerler ile pratikler arasında bir denge istiyor, vatandaşlık tercihleri ile bireysel tercihler arasında bir denge istiyor. Kentli Türkiye'nin daha kapsayıcı, denge-denetlemeyi daha benimseyen bir yönetim talebi var. Toplum düzeyindeki bütün çalışmalarda algıların temel çıkış yeri, siyasal alan ve hükümet alanında yapılan tercihlerdir" diye ekliyor Keyman.

Salgının sona ermesinden sonra sağlık-genç işsizliği-gıda güvenliği üçgeninde devlet kapasitesinin yeniden kurgulanması gerektiğini kaydeden Keyman, belediyelerden sivil topluma dek kapsayıcı temelde çalışmanın öneminin korona günlerinde net bir şekilde görüldüğüne işaret ediyor.

REKLAM

Devlet iktidarı mı devlet kapasitesi mi?

"Pandemi sürecinin ardından gelecek on yılda devlet iktidarı kavramındansa devlet kapasitesi kavramı konusuna daha fazla eğilmek gerekiyor artık. İçe kapanmacı, devleti topluma karşı güçlendiren yapıların kapasite olarak güçlü olması mümkün değil. Salgın sürecinde başarılı olmuş tüm ülkelerde toplumsal uyum ve kapsayıcı devlet var; başarılı olamayanlarda ise kutuplaşma ve iktidarı koruma refleksi var. Devlet kapasitesi kavramı bu noktada önem kazanıyor ve sivil toplum olmadan belediyeler olmadan bu kapasite geliştirilemez" diye ekliyor Keyman.

Cumhuriyet Halk Partisi mensubu başkanların yönettiği büyükşehir belediyelerinin pandemi sürecinde toplumun sosyo-ekonomik açıdan dezavantajlı kesimlerine yönelik yürüttüğü sosyal dayanışma kampanyaları "devlet içinde devlet" olarak eleştirilerek, bağış hesaplarına el konmuştu. Bu açıdan Ankara büyükşehir belediyesinin "iftar ver" kampanyaları ve veresiye defterleri ile su faturalarının kapatılmasına yönelik akabinde başlattığı girişimler ise, toplumda siyaset-üstü bir destek görmüştü.

Haberi paylaşınYorumlar

Bu haberler de ilginizi çekebilir

Türkiye, demokrasi endeksinde, geçen yıl 167. ülke içinde 110. sırada yer aldı

Türkiye demokratik değerler raporunda sınıfta kaldı: Hukukun üstünlüğünde dünyada 148. sırada

114 ülke, 65 yıllık araştırma: Diktatörlüklerde başarısız darbe girişimleri iktidarı şahsileştiriyor