Netflix’in fenomen dizisi 'Wednesday,' üç yıl aradan sonra ikinci sezonuyla geri döndü. Steve Buscemi, Joanna Lumley ve Billie Piper gibi yeni yüzlerle zenginleşen yapım, etkileyici oyunculuklar ve müzikleriyle büyüsünü sürdürüyor.
Netflix’in büyük ses getiren ve baş yapımcılığını üstlenen auteur yönetmen Tim Burton'ın "Wednesday" dizisi, üç sene sonra yine bir "Çarşamba" günü ikinci sezonunun ilk dört bölümüyle karşımıza çıkıyor.
Dizi, ikinci sezonuyla karşımıza çıktığında artık bir başlangıç hikâyesi anlatma derdi taşımıyor. Hikâyesini ve karakterlerini tanıtan ilk sezonun ardından, dizi artık daha derin sulara yelken açıyor. Tim Burton’ın kendine has karanlık estetiği ve gençliğe dair evrensel çıkmazlarla bezenmiş hikâyesi, bu sezon özellikle aile sırları, psişik güçlerin sınırları ve aidiyet duygusu gibi temalara odaklanıyor.
Yeni sezon, Nevermore Akademisi’nin tanıdık ama artık tehditkâr havasında açılıyor. Wednesday Addams yaz tatilini, geçmişten gelen karanlık mirasla başa çıkmaya çalışarak geçirmiştir. Ancak geri döndüğünde onu daha da karmaşık bir ortam bekler: Bir yanda psişik yeteneklerinin kontrolsüzleşmesi, diğer yanda annesi Morticia’yla çözülmemiş bir çatışmanın yükü. Okulun yeni müdürü Barry Dort’un gelişi ve sosyal dinamiklerdeki kaymalar, Nevermore’un artık eskisi gibi bir sığınak olmadığını gösteriyor.
İkinci sezonda da Jenna Ortega’yı başrolde izliyoruz. Ekibe yeni katılan usta oyuncu Steve Buscemi, okulun yeni müdürü Barry Dort rolünde; Emma Myers, Wednesday’in neşeli odası arkadaşı Enid Sinclair olarak; Joanna Lumley, Wednesday’in büyükanne figürü Grandmama Frump olarak; Isaac Ordonez, Wednesday’in kardeşi Pugsley olarak; Billie Piper ise gizemli müzik öğretmeni Isadora Capri olarak karşımıza çıkıyor. Catherine Zeta-Jones, Luis Guzmán ve Fred Armisen gibi önceki sezon oyuncuları da aile rolleriyle geri dönüyor.
Yönetmenlikteki ustalıkla beraber oyunculuklar da bu atmosferi taşımakta oldukça başarılı. Jenna Ortega, Wednesday karakterinde yalnızca mimikleri ve sert duruşuyla değil, iç çatışmalarını bedenine taşıyan oyunculuğuyla dikkat çekiyor. Catherine Zeta-Jones ve Steve Buscemi gibi usta isimler, diziye hem mizah hem de ağırlık kazandırıyor.
İkinci sezonun ilk bölümleri, karakterlerin iç dünyalarına daha fazla alan açıyor. Aynı zamanda korku öğesinin yanında ikinci sezonda mizah unsuruna daha geniş ve ustaca yer verilmiş. Wednesday'in maceralarını takip ederken karşılaşılan olaylar içindeki ufak komik anlar, dizinin akıcılığını da büyük oranda olumlu yönde etkiliyor. Özellikle sezonun açılışında, ilk bölümde yer alan havalimanı sahnesi, bagajda taşınan eşya kısıtlamalarına ufak bir gönderme yapıyor.
Özellikle "Şey" (The Thing) karakteri senaryonun akışında Wednesday karakterinin yanında oldukça güçlü bir yan karakter olarak sunuluyor.
İkinci sezonun ilk kısmında, Wednesday’in gözyaşı hâline gelen vizyonları, onu hem arkadaşlarından hem de kendisinden uzaklaştırıyor. Özellikle Enid ile olan dostluğunda, sezgi ve güven sınavları belirginleşiyor. Bu sezonun dramatik kalbi ise, Wednesday’in annesiyle olan gerilimli ilişkisi. Addams ailesinin geçmişine dair açılan sırlar, Wednesday’in kendi kimliğiyle hesaplaşmasına da zemin hazırlıyor. Bu yönüyle dizi, sadece gotik atmosferiyle değil, duygusal derinliğiyle de olgunlaşıyor.
Ancak yapımın en tartışmalı tercihlerinden biri, sezonu ikiye bölerek yayınlamak olmuş. “If These Woes Could Talk” (Şu Dertlerin Dili Olsa) isimli dördüncü bölüm, önemli bir dönüm noktasına işaret etse de, birçok izleyici hikayeye kesintisiz devam etmek isteyebilirdi. Netflix’in bu kararının yaratıcı bir strateji mi, yoksa yalnızca ticari bir tercih mi olduğu şüpheli.
Tim Burton imzası ve edebi göndermeler
Dizi, Tim Burton’ın karanlık gotik estetiğini ve özgün hikaye anlatımını gençlik dizisi formatında modern ve çekici bir şekilde harmanlayarak, klasik gotik unsurları okul ve kasaba yaşamıyla ustaca kaynaştırıyor; böylece izleyiciyi yepyeni, karanlık ve büyülü bir fantastik dünyaya davet ediyor. Burton’ın “dışlanmış” ve “marjinal” karakterlere duyduğu sevgi, Wednesday Addams aracılığıyla genç izleyicilerle güçlü bir bağ kuracak şekilde yeniden yorumlanırken, gotik korku ve karanlık mizah; korku, gizem ve lise komedisi türleriyle iç içe geçerek dizinin benzersiz tonunu oluşturuyor.
Tim Burton’ın karakteristik karanlık renk paleti, eğik perspektifler, gotik mimari ve stilize karakter tasarımları ise dizide belirgin bir şekilde kullanılarak, onun estetik dünyası dijital dizi formatına başarıyla taşınıyor. Böylece "Wednesday," Burton’ın sinemasal ve tematik mirasını hem genişletip hem de zenginleştiriyor.
Bununla birlikte, dizi sadece görsel atmosferle değil, derin edebi göndermelerle de Amerikan kültürüne ve edebiyatına köprü kuruyor. Okulun adı olan Nevermore, Edgar Allan Poe’nun en meşhur şiiri “The Raven”e doğrudan bir gönderme yaparken, okul duvarlarındaki Poe tabloları da bu bağlamı güçlendiriyor. Ünlü Amerikan şair Robert Frost’un “The Road Not Taken” şiirinden yapılan alıntılar, Wednesday’in içsel yolculuğuna anlam katıyor. En dikkat çekici an ise, Morticia Addams’ın, Wednesday’in en sevdiği gece masalını “Salem cadı mahkemeleri”nde cellatların ifadeleri olarak tanımlamasıyla ortaya çıkıyor; bu da dizinin karanlık mizah anlayışını ve tarihsel- kültürel derinliğini ustaca yansıtıyor.
Dizinin müzikleri
Dizide yer alan müzikler için ayrı bir parantez mutlaka açmak gerekiyor. Addams ailesinin çok yönlü zevklerini ve enerjilerini yansıtan kapsamlı bir dizi müzikleri hazırlayan süpervizörler ikinci sezonda da büyük bir başarı yakalıyor.
Bu sezonun en dikkat çeken yönlerinden biri, klasik müziğin yerini korurken modern ve popüler şarkılarla daha sık bir araya gelmesi. Bruce Springsteen’in “Dancing in the Dark”ı ile Nevermore ruhunu güncelleyen yapımcılar, The Kinks’ten “You Really Got Me” ile Prank Day kaosuna enerji katıyor. Bir başka sahnede ise Verdi’nin “Dies Irae”sinin, Enid’in direksiyon dersi sırasında Wednesday tarafından çalınması sahnesi, hem gerginlik hem de mizah yaratmakta ustaca kullanılıyor.
Latin ezgilerinden rock klasiklerine uzanan bu müzik skalasında, Pedro Vargas’tan “Besame Mucho”ya, Roky Erickson’dan “I Walked with a Zombie”ye kadar çeşitli şarkılar yer alıyor. “Zombie” (The Cranberries) parçasının piyano cover’ı, hem kelime hem sahne anlamında zombilerin cirit attığı Willow Hill’de çalınıyor; Bernard Herrmann’ın “Scene D’Amour”u ise bir yağmur altında patlak veren isyanın ortasında Fester ve Louise’in gotik aşkını romantize ediyor.
Mozart’tan Wagner’e, R.E.M.’in “Losing My Religion”ına kadar uzanan bu ses yolculuğu, “Wednesday”in atmosferini sadece tamamlamakla kalmıyor, onu bir adım öteye taşıyor. Müzik, karakterlerin iç dünyasını, ilişkilerini ve çatışmalarını kelimelerin ötesine geçiriyor.
Dizi bu alandaki başarısını birinci sezonda, Türk aranjör Esin Aydıngöz, dizinin ilk bölümünde yer alan "Paint It Black" düzenlemesiyle Grammy Ödülü’ne aday gösterilmesiyle yakalamıştı.
ABD’de yaşayan Türk besteci, dizide ayrıca Nevermore Akademisi öğrencilerinin çaldığı Fleetwood Mac şarkısı "Don’t Stop"un lise bandosu için düzenlemesi de Aydıngöz’e aitti.
Bunların yanı sıra, dizide yer alan sahnelerde kullanılan Elgar ve Vivaldi gibi klasik bestecilerin eserlerinin düzenleme, orkestralama ve nota yazımı da Aydıngöz’ün imzasını taşımıştı.